15 Kasım 2012 Perşembe

Paul Auster - Cam Kent



Bu kitabı, arka kapağını okur okumaz aldım. Bence Paul Auster çok etkileyici. Hakkında ne yorum yapacağımı pek bilemediğim kitaplardan aslında Cam Kent; muhteşem bir kitap değildi ama beğendiğim bir kitaptı. Okuduğumun ertesi günü de arkadaşlarıma anlatmıştım; incelemesini biraz geç yapıyor olmam kötü çünkü Cam Kent ile benim arama başka kitaplar girdi bu süre zarfında.

 Merak ögesi iyi kullanılmış, sürükleyici bir kitap. Kendi geleneğimi bozuyor ve kitabın konusu biraz açıyorum.

New York'ta, kalemiyle geçinerek orta halli bir hayat süren yazarımıza bir gün yanlış bir telefon geliyor. Polisiye romanlar yazan yazar telefonu açtığında, karşısındaki kişi ona "Dedektif Paul Auster ile görüşecektim" diyor; sesi telaşlı; çok önemli bir konu olduğunu anlatıyor. Yazar Quinn ise yanlış numara deyip, biraz da söylenerek kapatıyor telefonunu. Sonra düşünüyor ki, "Ben bu kadar polisiye roman yazıyorum ama ne gerçek bir suçluyla yüz yüze geldim ne de hayatımda ceset gördüm" O an bir oyun oynamaya karar veriyor. Bir dahaki aramada, telefonu Dedektif Paul Auster olarak açıyor ve hikaye başlıyor.

Hikayenin devamı ise beklendiğinden; en azından benim beklediğimden farklı gelişiyor.
Ben daha fazla anlatmayacağım ve merak edenleri Cam Kent'i almaya yönlendireceğim :)


10 Kasım 2012 Cumartesi

Küçük İskender - Bir Delinin Ot Defteri


Onun için "ruh eşim" desem çok mu ileri gitmiş olurum? Her seferinde beni bana anlattığını söylesem? Yeterince ifade edebilmiş olur muyum yoksa yine eksik mi kalır bir tarafı?

Her okumamda bana bir sürü şey öğretiyor ve çoğunlukla onunla aynı doğrultuda, aynı yöne gittiğimizi hissediyorum. 


Daha önce "İskender'i Ben Öldürmedim"de yazdıklarım, geçerliliğini aynen koruyor.

Ben bu kitaba başladığım sıralarda aynı anda birkaç kitap okuyordum; okumam sırasında bunu Küçük İskender'in de yaptığını öğrendim. Ve okuduğu kitapları belirli bir sisteme bağlı kalmadan dizdiğini söylüyordu, sisteme karşı olan kitapları sistemli bir şekilde dizmek okuduğu şeylere yakışmazdı.  Peyami Safa'nın yanına Nietzsche'yi, Bukowski'nin yanına Cemil Meriç'i, kutsal kitapların yanına Kapital'i ve Kurt Cobain'in günlüğünü bıraktığını söylüyordu. Bunu anlatırken bir cümlesi var: "Kitaplar, evde kimse yokken hararetle tartışırlar aralarında; deli olanlarınız bilirler."

Kalemini özgürce konudan konuya dolaştırmıştı İskender, bizim sohbet ederken yaptığımız gibi. Bazı yazar dostlarından bahsediyordu; kimi şairlerden, sonra okuyup etkilendiği kitapları anlatıyordu. Birkaçının adını not ettim, kütüphaneme katacağım. 

Kaya Kaynar'ın hikayesinden etkilendim ve çok üzüldüm ona. Medine&Kavun Likörü isimli şiir kitabını merak ettim. Slavoj Zizek'in Paralaks'ı, bilgiye bilgi katacak o muhteşem kitaplardan. Sibel Torunoğlu'nun Dejavu'su ise ilgimi en çok çeken kitap oldu. Hepsini edinmek için önümde bir engel yok :)

Kitap, bir kitabı ise olumsuz eleştiriler ile kaleme almıştı ki bu konuda kesinlikle haklıydı! "Eşcinsel romanı" olduğu iddia edilen bir romanı en doğru eleştirebilecek kişi, eşcinsel bir yazardan başka kim olabilir? Söylediklerine noktası, virgülüne kadar katılıyorum. Daha önce Gizli Anların Yolcusu'na yönelen kitap incelememde, kitabı bir eşcinsel yazsaydı böyle olmazdı eksikler vardı demiştim; küçük İskender de bu kitabın eşcinselliğe düzcinsel bir bakış olduğunu düşünüyor. Eşcinsel odaklı edebiyata bu kitabın hiçbir şey katmadığını, hep bilinen o mesafeli, iğreti bakışa bir de Ayşe Kulin imzasının eklendiğini söylüyor.

Bir Delinin Ot Defteri benim için, küçük İskender ile sohbet tadındaydı. Onun düşüncelerini daha derin kavrayabilme imkanını buldum ve onunla aynı filmi izlemek, aynı kitabı okumak imkanına sahip oldum. Şairi tanımak, onunla yakınlaşmak bakımından müthiş edimler bunlar bence. 

Hala, onun hiçbir kitabının okunarak bitmeyeceğini düşünüyorum.



9 Kasım 2012 Cuma

İnsan


İnsan

Medeniyeti yaratan, özgür ve özgün olan kendini var edebilen varlık; kendi özgünlüğüne nasıl bu kadar düşman olabiliyor ?
Kendini baştan var etmek varken insanlığın kalan son damlalarını da tutumsuzca tüketiyor. Ruhunu sindiriyor; zihnini öldürüyor. Monotonlaşıyor monotonlaştırıyor.
İnsanlığın değerini yok ediyor.
Üstelik insanlığı, uygarlığı alaşağı eden bu canavarın yaratıcısı insanın yine kendisi. Kendi acizliğini örtmeye çalıştığı bu oluşum, kıyamet sayacı gibi insanlığın son yıllarını büyük bir zevkle sayarken insanları kendisine daha da çok bağlıyor.
Bu canavar toplumun ta kendisi.

Evet toplum…
Belirli inançlarla, belirli düşüncelerle, belirli fikirlerle hatta ve hatta belirli hayallerle sürdürdüğümüz sosyal hayatımızın olağan insan hiyerarşisi içinde gerçekleşen faaliyetlerin bütünüdür toplum. Gayet sıradan, her gün gerekli yerlerimizi aldığımız gerekli bir biçimde davrandığımız naturalist bir oyun gibi görünür. Lakin öyle değildir. İnsani faaliyetleri nitelerken kullandığım kelimelerin bilmem farkında mısınız? Belirli, gerekli, olağan. Soyut bir diktatörün muhalafet yoksunu hayallerinde yankılanan sözcükler değil midir bunlar ? Aslında baskıcı bir otoritenin sessiz çığlıklarıdır. Her şeyin denetlendiği, herkesin gözetlendiği, varlıkların “sakıncalı” ve “sakıncasız” olarak ikiye ayrıldığı bir dünyanın izleridir.
Toplum; kendince kurallar koyan, fanatik toplayan, propaganda yapan bir dikta rejimidir aslında. Başka bir ses, farklı bir renk istemez. Özgürlüğün hayali bile sakıncalıdır. Çünkü toplum bizi birey olma bilincinden, yaratıcılıktan, özgürlükten ve farklılıklardan korur(!) Onun sisteminde yer aldığımız sürece bize statü, sosyal yaşam hatta şeref ve namus vaat eder. Tek isteği ise koşulsuz itaattir. Doğrular, yanlışlar, gerçekler, yalanlar, ayıplar ve günahlar toplumundur. Ve “adil” yargılamasını, yargılanmanın türüne, yargılanana hatta yargılanma anına göre bile değişebilen bu kavramlara göre yapar. İnsafsızca yargılar ve “vicdan”ları rahatlatır. İnsanların tek vücut olmasını ister. Tabii bu vücutta beyin ve kalp olabildiği sürece.  Ancak insanların gözleri dağlanmış, kulakları tıkanmış ve dilleri kesilmiştir. Böylece insanlar toplumdaki yerlerini yavaş yavaş alırlar.

Toplum propaganda yapıyor.
Evet! Bütün bu insafsızlığına rağmen kendine fanatik bulabiliyor. Hatta ve hatta “birlikten kuvvet doğar” gibi çağlar öncesinden kalma propagandalaşmış vecizeler ile insanlar toplumlaşma, toplumsallaşma gibi konularda emin adımlarla ilerliyor. Yoksa sürükleniyor mu denilmeli?
Toplumun düşünce sistemi insanın acizliğinin en büyük kanıtı olarak gösterilebilir ancak. İnsan korkuları uğruna özgürlüğünü, iradesini, mantığını kısaca insanlığını kendi elleriyle teslim edebiliyor. İnsan, oplum içerisinde var oldukça, rol aldıkça birey kimliğini, kişiliğini yani kendini yitiriyor. Özbenliğini siliyor. Toplum, kişiyi olabildiğince benzerleştirmekle kalmıyor; kişinin karşısına birtakım kaidelerle çıkarak onu en temel hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakıyor. İnsan kendini var edemiyor. Ancak toplumun izin verdiği ölçüde toplum tarafından yaratılıyor.

Bu antihümanist yaratıma sanatsal açıdan bakacak olursak, insanlığı bir tuvale benzetebiliriz. Bu tuval insan tarihinin en karanlık sahalarından en uzak geleceğine kadar uzanıyor. İnsanların farklılıklarıyla, bireylikleriyle renklenebilen bu tuval,bu sanat eseri, toplum tarafından mahvediliyor. Sapkınca bir sanat anlayışı, hastalıklı bir göz ve titreyen ellerle tek bir renge boyanıyor.Toplum insanın içindeki sanatı öldürüyor. Öldürmek ile kalmıyor insanı renklere bile düşman ediyor. Uzanabildiği her yere, tuvalin her köşesinde renkleri solduruyor; tuvali kirletiyor. Tuvalse bir canlıymışçasına  acı çekiyor ve yavaş yavaş ölüyor.

Öte yandan insan kendi yarattığı bu canavara büyük bir keyif ile hizmet ediyor. Kendini makineleştiriyor. Milyonlarca vücutta oluşan beyinsiz bir organizma haline getiriyor. İnsanlar düşünceleri ile yarattıkları bu sistemi düşünceleri ile yıkıp kendilerini özgür bırakabilecekleri yerde statü, para, politika, din, kültür gibi zincirler ile topluma bağlıyorlar.

Oysa insan bütün bunlara rağmen, acizliğine ve korkaklığına rağmen kendini taşıyabilecek kadar güçlü bir varlıktır. Doğası yoktur bir kere, varlığını ortaya koyar, özünü kendi yaratır, var eder kendini, değiştirir, geliştirir. Kendi tarihinin ve insanlık tarihinin öznesidir. Anarşisttir. Kendi benliğinden yalnızca kendisi sorumludur. Kendine mahkumdur. Kendi dışında otorite istemez, kabul etmez. Kayıtsızca yıkmak ister. Devrimcidir. Yıktıklarını yeniden var eder.

Esareti bulduğu gibi isyanı da keşfedebilmiştir.

Toplum bütün insanlığı işleyemez, birey yaratamaz tam olarak. Ancak insan toplumu değiştirebilir ya da tümden yok edip yerine insanlığın, insancılığın erdemini getirebilir.

İnsan yaratılışı nedeniyle "aykırı olan"dan kurtulmalı ve kendini yepyeni bir insanlık anlayışıyla

VAR ETMELİDİR!





Berat Dövücü
10.10.2012